17 Ekim 2014 Cuma

12 Yıllık Esaret








12 Yıllık Esaret


Vizyon Tarihi  : 24 Ocak 2014 (2s 13dk)
Yönetmen        : Steve McQueen (II)
Oyuncular        : Chiwetel Ejiofor, Michael Fassbender, Benedict Cumberbatch, Brad Pitt
Tür : Dram       : Tarihi
Ülke                 : ABD
İmdb Puanı      : 8,2


Zeynebin Ezgisi Yorumu


2014 yılı Oscar ödül töreninde 3 dalda ödül almış bir film 12 Yıllık Esaret. Filmi izlemeyen kaldı mı bilmiyorum ama henüz izlemediyseniz ve acıklı bir film izlemek istiyorsanız tam sizlik... Solomon Northup gayet seçkin bir müzisyenken, bir gün saflığının kurbanı olur. Kaçırılmıştır ve o artık bir köledir. Her ne kadar satıldığı sahibi Edwin Epps'ten kaçmak için bir çok defa plan yapmış olsa da başarıya ulaşamamıştır. Ta ki mimar Bass (Brad Pitt) ile tanışana kadar. Filmin sonunda “Acımasız bir insanın, çocuğunla geçireceğin hayatından çalması ne kadar kötü bir şey” diyorsunuz... 

Keyifli seyirler...



16 Ekim 2014 Perşembe

Yenilik...





Herkesin hayatında yeniliğe ihtiyaç vardır. Kimileri dolabını yeniler, kimileri saçlarını, kimileri mutfağını hatta kimileri vücudunu :) Kimileri de benim gibi kendine yeni meşgaleler bulur. Bu sene yenilikler senem benim herhalde... Önce sevgili bloğumu açtım, şimdi keçe kursuna başladım, birkaç haftaya kadar da inşallah bloğumu yeni bir isim ve tema ile yenileyeceğim sizler için :) Şuan için ayrıntılar süpriz... Bu arada şimdi aklıma geldi; geçen ay saçlarımda da yeniliğe gitmiştim ve yakın zamanda yine yenilik yapacağım :)






Bugün kursun ilk günüydü. Öğretmen ilk olarak çizimimizi görmek istediğinden kalıp vermeden kendimizin bir şeyler çizmesini istedi. Birkaç anahtarlık ve kese tasarımından sonra çizdiklerimizin simetrisini çıkarmayı gösterdi. Yarında dikiş taktikleriyle devam edeceğiz :) Öyle keçe kursuna başladım, keçeyi al eline hemen kes biç değilmiş bu işler  :) Bir şeyi daha anladım. Belki normalde yapabileceğiniz bir şeyi, hazırlıksız olduğunuz bir anda biri hadi yap derse sudan çıkmış balığa dönebiliyorsunuz. Bugün bir ara düz çizgi çizeceğimden bile şüphe duymuştum. Allahtan sonra biraz rahatladım da birkaç bir şey çıktı ortaya. Çizdiklerimi de hayata geçirdikçe paylaşacağım sizlerle ;)

Rengarenk keçelerim ve yepyeni hayallerim var benim... Şimdi de hayallerimin süslediği keçeden yapılmış rüya alemine doğru yola çıkıyorum. İyi geceler...


15 Ekim 2014 Çarşamba

Sonbahar Ağacı







Zeynep'le geçen gün okuldan eve yürüyerek dönerken yerde dökülen ağaç yapraklarını toplamadan edemedik :) Eve gelince bu yapraklardan kendi sonbahar ağacımızı yapalım dedik ve başladık çalışmaya..

Önce bir karton buldum ve ağacın gözdesini çizerek kestim. Sonra bu ağacı boyayalım dedik. Baktık ki kahverengi boyamız tüm ağacı boyamaya yetmeyecek, kahverengi kağıdımızı ağaca göre kesip yapıştırdık. Ağacın gövdesinin dik durmasını sağlaması için ufak bir karton daha kesip ağaca geçirdik. Geriye yaprakları yerlerştirmek kaldı :) Yapılış aşamaları aşağıda..



Biraz fazla yaprak toplamışız, bitiremedik topladığımız yaprakları :) Onları ne yapalım diye düşünürken bir den yaprak ailesi çıktı ortaya :)




Sonrada bir güzel onları konuşturdu Zeynep... Çok zevkli bir etkinlik oldu bizim için... Belki sizde yapmak istersiniz :)




Keyifli günler...

13 Ekim 2014 Pazartesi

Alem gider aya biz kalırız yaya...






Yine bir tatil daha bitti...

Bu sene kurban bayramı tatili hafta sonu başladığı için 3 gün uzatalım da biraz daha keyif alalım bayram tatilinden dedik. Yine bir şey anlamadık... Gitmeden önce doğal gazı yakmaya başladığımızdan hırka ve uzun kollularla gittik memlekete. Bir de baktık ki gözünü sevdiğimin memleketinde yazı yaşıyor hala bizimkiler... Cumartesi 28 derece sıcaklıktaki Aydın tatilimizden döndük 19 dereceye, yine doğal gaz yakmaya başladık iyi mi ? Dedim İstanbul ne sevimsiz şehirsin... Soğuk, kasvetli, karmakarışık, yapay...

Bir hafta Aydın'da olduğumuz süre içinde gündemi pek takip edememiştim. Neler olmuş, neler...
Artık ülkemin dinamikleri o kadar hızlı değişiyor ki takip edemiyorsun vallahi...

İşid Kobani'ye saldırmış.Anlayamadığım, T.C. kimlikli Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarımız da Türk bayrağına, Türkiye Cumhuriyeti kamu mallarına saldırmış. Ne alaka anlayamadım vallahi!

THY uçaklarında uçak güvenliğine uygun olmadığı için abdest alma yasaktı. Artık serbest olmuş... Bende uçak seferlerinde neye ihtiyaç var diye düşünüyordum, bulmuşlar :) O tuvaletler gölet olup uçaklarda arıza olursa görürüm ben onların artistliğini... Bizim millet bu güne kadar hangi tuvaleti temiz tutmuş ki daracık uçak tuvaletini temiz ve kuru tutacak?



Tam İzmir'de uçağımızı beklerken Adnan Menderes hava alanında depreme yakalandık. Merkez Seferihisar olan deprem, 4.0 büyüklüğündeymiş ama baya hissettik. Hatta ben ilk başta deprem olduğunu anlamadım. İlk önce uçak hava alanına çarptı sandım. Meğer depremmiş...Allah beterinden saklasın.

Münevver Karabulut davasında cinayeti işleyen Cem Garipoğlu intihar ederek yaşamına son vermiş. Yüreklerdeki yangını dindirmez ama belki avutur bu haber Münevverin ailesini... Şahsen beni pek tatmin etmedi ya neyse...

Hep kötü şeyler olmadı elbet... Seda Sayan'ın programı yayından kaldırılmış. Programın kaldırılmasında emeği geçen herkesin ellerine sağlık. Şu aptal saptal kadın programları formatlarından bir kurtulamadı yurdumun gündüz kuşağı... Hele o diziler yok mu? İzle izle, kendini jiletle :) İzlemeyin güzel kardeşlerim, şu tv programları çılgınlığına bir son verin artık...

Sabah kuşağı tv seyredenlerin pek ilgisini çekmez bu haber ama hani olur ya belki de çekebilir belli olmaz diyerekten dünyanın önde gelen marka danışmanlık şirketlerinden İnterbrant, 2014 yılı genel marka değerlendirmesini yayınlamış. Apple'ın ilk sırada olduğu listede Google ikinci, Coca Cola üçüncü sırada.


El alem çalışıyor yani arkadaş! Biz hala gündüz tv kuşağında sapkın tv programları, akşam da sapkın diziler izleyip beyinlerimizi uyuşturmaya devam edelim... Ne gerek var dünya çapında başarılar kazanmaya değil mi ama ?  






5 Ekim 2014 Pazar

Hatıralardaki bayramlar




Gözlerini araladığında, sabah ezanı okunuyordu.Yatağından kalktı, pencereyi açıp yeni doğan günü seyre daldı. Sabahın tatlı meltemi teninde gezinirken eskilere gitmişti çoktan... Gizliden onu seyrettiğimden habersizdi. O an hem orada olduğumu farketmesi hem de merak ettiğim düşüncelerini öğrenebilmek için öksürük tutmuş gibi yaptım. Benim orada olduğumu farkedince dayanamayıp “Ne düşündüyordun?” diye sordum. Gülümsedi... Bilerek meraklandırırcasına biraz bekledi ve başladı anlatmaya...

Küçüktüm...Kerpiçten yapılma ufacık evimizde, sıcacık bayramlar yaşardık.Dün gibi hatırlarım o günleri... Arife akşamları yatma zamanı gelince heyecandan uyuyamayışımı...

Bir hafta öncesinde başlayan annemin bayram temizliği, arife günü bizi banyo yaptırınca biterdi nihayet... Temiz temiz geceliklerimizi giydikten sonra herkese iyi geceler öpücüğü verip, yün yataklara bir kedi misali kıvrılıverirdik kardeşimle... Annem arada bir kontrole gelir “Daha uyumadın mı sen? Sabah erken kalkacağız çabuk yum gözlerini...” diye söylenirdi. Çarşıdan aldığımız bayramlıklarım ve bir çift gıcır gıcır rugan ayakkabım yatağımın başında beni beklerken nasıl dalabilirdim ki rüya alemine?

Bayram sabahı, sabah ezanıyla birlikte tüm ev halkı ayaklanıp, hazırlanmaya başlardı. Sabahın o saatlerinde insanın içini huzurla kaplayan bir şey olur. Hissetmişsindir sende... İnsanın tüm yorgunluğuna rağmen seher yeli insana huzur ve dinginlik verir. Tıpkı bugün gibi...

Babam abdestini alıp, giyinir camiye gitmek için yola koyulurdu. Annem de mutfağa koşar bayram sabahı kahvaltısı için hazırlıklara başlardı. Bir yandan da gece geç saatlere kadar uyuyamayan bana seslenir, uyandırmaya çalışırdı. “Elif, bayram geldi gelecek hadi kalk da hazırlan! Baban gelir birazdan.”

Derken bayram namazını bitiren erkekler, ellerinde sıcak, çıtır çıtır ekmekleriyle evlerine dönerler ve ev ahalisine bayramı getirirlerdi... Babam kapıdan girer girmez el öpme faslı başlardı. Herkes bayramlaşıp harçlıklar alındığında geleneksel kahvaltı sofrası vaktimiz gelirdi. Taze çayın kokusuyla karışan sıcacık ekmek kokusunu hiçbir şeye değişemem doğrusu... Keşke şuan olsa da yesek...Sıcak ekmeğe sürülen tereyağının eriyişini izlerken resmen ağzımın suları akar, bir an evvel atıverirdim ekmeğimi minik ağzıma. Annem ve babam oburluğuma önce şaşkınlıkla bakar, sonrada kahkahayı patlatıverirlerdi. Babam alelacale ağzına bir şeyler tıkıp, koşar adım kurbanın başına giderdi.

Kıvırcığım... Ne çok severdim onu ben... İsim bile takmıştım Kıvırcık diye... Tüm hafta boyunca ona ben bakmıştım. Yemini suyunu eksik etmedim hiç. Arkadaş olup dertleşmişliğimiz bile vardı koyunumla. Ayşe teyzeler de Zeliş'in Pamuk'unu keseceklermiş, Zeliş söylemişti. Daha küçücük bir çocuk olduğumdan anlayamıyordum tabii bunun doğal bir şey olduğunu. Şimdi o günkü halim aklıma geldikçe kendime gülmeden edemiyorum.

Kesilen kurbandan bir kısım et gönderirdi babam, annem bir an önce kavurma yapsın diye...Et pişene kadar o da kurbanın kalan işini bitirirdi. Sonra eti evde kaplara bölüştürür, mahalleye dağıtım servisçisi olarak da beni görevlendirirdi. Dağıtım işinden sonra enfes kavurmanın başına oturup yemek yerdik.

Annem bayramlıklarım kirlenir diye beni henüz giyindirmemişti.Yemekten sonra mutfağı toplarken, “Elif hadi giyin kızım, annannene gidiyoruz” dedi. Annemin dediklerini duymamla ok misali yerimden fırlamam bir oldu.

Anneanneme gideceğimiz için çok heyecanlanmıştım. Her bayram bana en güzel mendillerinden hediye ederdi.Önce anneanneme, sonra da babaanneme gittik.Anneannem pembe ekoseli bir mendil, babaannem kenarları oyalı düz beyaz bir mendil vermişti. Mendillerimin içine bayram şekerlerimi koymuştum.Çok iyi hatırlıyorum, her aklıma geldiğinde mendilimi açıp, kaç şekerim birikmiş diye sayardım.

Bayramın sonraki günlerinde ise evimizin geleni gideni hiç bitmezdi. Teyzemler, dayımlar, halamlar, amcamlar, kuzenlerim ve tabiki komşularımız. Evimiz hiç boş kalmazdı. Bahçemizde saatlerce oyun oynardık. Bayramlarımız o kadar keyifli geçerdi ki bayram tatillerinin bitmesini hiç istemezdim.

Derin bir nefes aldı ve dedi ki :

O kadar özlüyorum ki o günleri, bayramlarını kalabalık geçiren ailelere o kadar gıpta ediyorum ki... Bayramımızı bu huzurevinde, “Acaba bugün çocuklarım beni ziyarete gelecek mi?” diye düşünerek değil de kalabalık ailemizle koşuşturmaca içinde geçirseydik ne güzel olurdu değil mi?


Gözlerimden yaşlar süzüldü. Sonra ona sıkı sıkıya sarıldım. Evet, dedim. Çok güzel olurdu. Sonra keşke şuan evinde kardeşinle olduğunu hatırlayabilseydin, keşke bende böyle hatırlasaydım ailemizi abla diye iç geçirdim ve seni yatırıp, sessizce göz yaşlarımı akıtmaya devam ettim...



2 Ekim 2014 Perşembe

Can Kırıkları...






Bir sıcak kahvesi, bir de dumanı tüten sigarası vardı yanında... Yalnız ve kırılgan hissediyordu. Kendine kızıyordu aslında. Hem de çok kızıyordu. Kendine her serzenişde bulunduğunda, dumanı tüten sigarasından bir nefes daha alıyordu. Sanki aldığı her nefes onu sakinleştirebilecekmiş gibi... Belki de böyle avutuyordu kendini...

Yüreğinde kopan fırtına, şehrin havasına da yansımış, kasvet her yeri sarmıştı. Cama düşen yağmur damlaları içine akıp, gözlerinden süzülüyordu. Öfkesi arttıkça, şimşekler toprağa daha sık düşüyordu sanki. Ardından her fırtına sonrasında olduğu gibi sakinlik kaplıyordu benliğini...

Düşünüyordu tüm hayatını. Kimler gelip geçmişti hayatından... Yaşadıklarını ve yaşanmışlıklarını düşündü. Sonuç hep aynıydı. Dönüp dolaşıp yine kendine yükleniyordu.

Bütün renkleri çok severdi ama pembenin yeri başkaydı onun için.Belki de bu yüzden toz pembe görüyordu her şeyi. Sevmek ve sevilmek onun için çok değerli duygulardı. Herkesi tanımak, sevmek ve sevilmek istiyordu. Sevdiklerine karşı verdiği sevgide cömertti de... Yalanı sevmez, gizli saklı yaşamayı ise hiç bilmezdi. Birini tanıyıp sevdiğinde, o, onun için aileden olurdu. Kim yardımına ihtiyaç duysa, o hep orada olurdu. “Her insanın içinde iyilik de, kötülük de vardır.Tercih ettiğin taraf senin nasıl biri olduğunu belirler. Herkes seçimini iyilikten yana yapsa, dünya daha yaşanır bir yer olur.” derdi hep...

Hayatını ardına kadar sevdiklerine açmanın bir bedeli olacağını düşünmezdi bile... Ama o da bunu yaşayarak öğrendi. Beş parmağın beşinin bir olmadığını öğrendiği gibi, kimsenin kendi gibi olmadığını biliyordu elbette. Sadece onlara, canını acıtacak sözleri sarfedebilme hakkını ne ara verdiğini anlayamıyordu. Ne kadar güçlü görünse de o da kırılgandı. Herkes gibi onun da duyguları, alındığı, kırıldığı şeyler vardı. İnsanlara koşulsuz değer vermesi, onların tüm hayatına karışması anlamına gelmemeliydi.

Yine de kendi içinde, kendinden de öte biri vardı, hükmü geçmiyordu. Ne kadar kırılsa da belli etmiyor, kırgınlığının üstüne bir sünger çekiyordu.Unuttuğu yada görmemezlikten geldiği bir şey vardı. Çekilen sünger kırgınlığının izlerini gerçekten de kapatıyor muydu, yoksa bir sonraki kırgınlıklarla buz dağının arkasında mı birikiyordu? Hesaba katmadığı, ötelediği duygular vardı hayatında...

İçinde yaşadığı fırtınalara, kızgınlıklara, kırgınlıklara inat yine de vazgeçemiyordu iyiliğinden. Kendi kendinin yarasını sarıp yeni güne sımsıkı sarılıyordu yine...

Sigarasından son bir nefes çekip, kafasını kaldırdığında bulutların dağılmış olduğunu gördü.O an buruk bir tebessüm yerleşti yüzüne... İşte yine yapmıştı...Yine süngeri çekmişti her şeye... Sigarasını söndürüp kalktı, verandaya çıktı ve umut dolu toprak kokusunu içine çekti...



Hadi hayvanat bahçesi yapalım





Zeynep Ezgi ile oynarken birden aklıma gelen bir oyundu. Aslında denge tahtalarıyla oynuyorduk,  Zeynep Ezgi de dominoya çevirmek istedi oyunu. Tüm tahtaları bir parmak arayla dik bir şekilde şekil çizerek diziyoruz. Sonra en baştaki tahtayı Zeynep ittiriyor ve domino harekete geçiyor tüm tahtalar birer birer devriliyor. Zeynep çok seviyor ama ben her seferinde tahta dizmekten sıkılınca birden böyle bir şey çıktı ortaya...

Evdeki oyuncakları kullanarak sizde bu şekilde oyun kurabilirsiniz çocuklara... Hem hayvanların isimlerini hemde seslerini öğretebilirsiniz. Hayvanat bahçenize küçük karakterler koyup, onları hayvanat bahçenize ziyaretçi gelmiş gibi konuşturabilir ve hayal dünyanızı geliştirebilirsiniz.


Oyun dolu mutlu günler... :)



29 Eylül 2014 Pazartesi

Araştırmacı Anne







Bu ara bir hayli yoğun geçiyor günlerim. Zeynep'in veli toplantısı, kışa hazırlık ve bayram alışverişi, rutin ev işleri, Zeynep'e ilgi ve sevgi saatleri derken ne kadar yorulduğumu akşam olunca uykumun erkenden gelmesi ile anlıyorum :)

Bir de yoğunluğumuzu arttıran hastalık durumu söz konusu... Havaların soğumasıyla birlikte hastalanmaya başlayan Zeynep Ezgi'yle doktor maceralarımız bu yıl da devam edecek gibi... Zeynep Ezgi'nin bebekliğinden beri düzenli olarak gittiğimiz doktorumuz maalesef bir yıldır mesleği bıraktı. Biz de onun gibisini henüz bulamadık. Şuan gittiğimiz doktor pek güven vermiyor. Güvendiğin bir doktorun varsa başka bir doktora alışmak çok zor oluyormuş.

Hiperaktivite ile ilgili araştırmalarımız halen devam etmekte. Henüz hangi yöntemi seçeceğimize karar veremedik. Bu konu hakkında fikir almak için kitabını okuduğum Prof.Dr. Eyüp Sabri Ercan 'a ve Dr.İbrahim Bilgen'e mail attım ama 2-3 haftadır tarafıma bir dönüş gerçekleşmedi. Sanırım sitelerinde yazan "Her türlü soru, görüş ya da öneriniz için bize e-posta göndermek konusunda çekinmeyin!" ibaresi öylesine yazılmış bir ibareden başka bir şey değil...

En son ki Marmara Üniversitesi maceramızdan sonra bir prof. dr. bulduk, muayeneye gittik. Zeynep'e ilaç verdi. Bende ilaç vermek istemediğimi söylediğimde o zaman benimle bir işiniz yok dedi. Tavsiye edebileceğim bir psikolog var onunla devam edebilirsiniz dedi. Ancak ne kadar etkili olunur bu durum için bilemem dedi.

Gittiğim doktor ve aradığım, soru sorabildiğim psikologlar, psikiyatristlerden anladığım kadarı ile bu konuda doktorların hepsi genel bir kanıda değil. Bu konuda gittiğin kim olursa olsun, ister meşhur ister değil, psikiyatrist ise ilaç veriyor, psikolog ise ilaç verme terapi yapalım diyor. Önce onların bir çizgide toplanmaları gerekiyor. Yani bu bilim ise göreceli bir kavram olamamalı değil mi ama?

Bu konuda araştırmalarım devam ediyor ve bu ara araştırmam gereken şeyler listesi hiç bitmiyor ne hikmetse... Çok araştırmacı gördüm kendimi :)

Bir de araştırmam gereken tuvalet eğitimi mevzusu var ona başka bir zaman değinirim. Çünkü yine çok uykum geldi :) İyi geceler...


26 Eylül 2014 Cuma

Öteki Kadın








Vizyon Tarihi : 2 Mayıs 2014 (1s 49dk)
Yönetmen : Nick Cassavetes
Oyuncular : Cameron Diaz, Leslie Mann, Kate Upton, Nikolaj Coster-Waldau, Taylor Kinney
Tür : Komedi
Ülke : ABD
İmdb Puanı : 6,1

Filmin Özeti

Mutlu ve huzurlu bir evliliği olduğuna inanan Kate King, dışarıdan bakıldığında gayet sakin bir hayat sürmektedir. Avukatlık yapan Carly ise mükemmel bir ilişkisi olduğuna inanmaktadır.
Bir gün Carly, sürpriz yapmak için sevgilisi Mark'ın kapısını çalar ve karısı Kate ile karşılaşır! Tesadüfen tanışan ve her ikisi de aldatıldığını öğrenen Carly ve Kate tuhaf bir duruma düşmüşlerdir. Zamanla aralarında ilginç bir arkadaşlık gelişmeye başlar. İntikam için planlar kurarken, Mark'ın bir tek onlarla ilişki yaşamadığını fark ederler. Adamın ustalıkla sakladığı gerçekler bir bir ortaya çıkacaktır. Kendilerinden daha genç olan ikincisi sevgilisi Amber'a da durumu anlattıklarında, intikam üçlüsü tamamlanmış olur! Carly'nin acımasızlığı, Kate'in kıvrak zekası ve Amber'ın cazibesi bir araya gelmiştir. Mark'ın yaşa dışı para aktarımlarından haberdardırlar ve bu yolu kullanarak onun hayatını karartmaya ant içerler!
Yönetmenliğini Nick Cassavetes'in üstlendiği senaryosu ise Melissa Stack'a ait olan yapımda 3 kadın karakteri iseCameron Diaz, Leslie Mann, Kate Upton canlandırıyor, çapkın koca rolünde ise Nikolaj Coster-Waldau yer alıyor. (kaynak: www.beyazperde.com)

Zeynebin Ezgisi Yorumu

Öncelikle bu tarz film sevenler için çok güzel bir film. Şahsen ben çok eğlenceli buldum. Filmin en sıra dışı karakteri Kate'e bayıldım. Leslie Mann karakteri çok güzel canlandırmış.

Bir kadın olarak kocanızın sizi aldattığını öğreniyorsunuz ve soluğu sizi aldattığı kadının iş yerinde alıyorsunuz. Karşınıza sizden kat be kat güzel sarışın Carly (Cameron Diaz) çıkıyor. Her ne kadar adamın evli olmadığını söylese de siz ne yaparsınız? Burada sayılacak çok şey var ama olmayan şey onunla kanka boyutunda arkadaş olmak... Tam kocanızın sevgilisiyle olan bu garip duruma alışmaya çalışırken birde bakıyorsunuz ki ultra güzel başka bir rakibiniz(Kate Upton) var. Ben olsam bu noktada alır başımı bunalımın dibini yaşardım herhalde ama bu üç kadın bunalıma girmektense kafa kafaya verip, kendilerini bu duruma sokan Mark'tan intikam almaya başlıyorlar. Filmin en sevdiğim sahneleri burada başlıyor. Oldukça zeki intikam sahneleri arka arkaya geliyor. Ben en çok Kate'in östrojen intikamını beğendim :) Kate çok saf bir karakter hem intikam istiyor, hemde iki lafa tav oluyor. Mark'ın ona iki güzel söz söylemesiyle kocasının onu tekrar sevdiğini düşünen Kate, intikam planlarını durduruyor ve Carly'le tartışıp sevdiği adama geri dönüyor. Bir süre birbirini görmeyen iki sıkı arkadaşın macerası Kate'in aklının başına gelmesi ve soluğu Carly'de alması ile tekrar başlıyor. :)


Özellikle hafta sonuna güzel keyifli başlamak isteyenlere Cuma gecesi sineması olarak tavsiye olunur. İyi seyirler.

25 Eylül 2014 Perşembe

Selfie








Yeni sezondan komedi dalında çok trend olacak yeni bir dizi daha... Selfie.... Bu kadar çok moda olan bir akım olur da dizisi olmaz mı hiç :)

Tür : Komedi
Ülke : ABD
Oyuncular : Karen Gillan, John Cho, David Harewood

Eliza Dooley ( Karen Gillan ), bir sosyal medya fenomeni ve şirketindeki en iyi satış temsilcilerinden biridir. Bir gün iş arkadaşları ile dolu uçaktayken sevgilisinin aslında evli olduğunu öğrenir. Akabinde olan olaylar zinciriyle artık sosyal medyadaki imajı yerle bir olmuştur. Kendini en yalnız hissetiği anda aslında hiç gerçek arkadaşı olmadığını anlayan Eliza sarsılan imajını düzeltmek için yardıma ihityaç duyar... Bu noktada yardımına kendisinin aksine sosyal medyayı sevmeyen, asosyal, disiplinli, işkolik ve detaycı Henry (John Cho) koşar.

Birbirine zıt iki karakterin maceralarını anlatacak olan dizinin henüz pilot bölümü yayınlandı.Dizi sosyal medyada binlerce hatta milyonlarca arkadaşı olduğunu zanneden insanlara da sanal alemin ne denli gerçek olmayan bir ortam olduğuyla ilgili gönderme yapıyor olması hoşuma gitti.Diziden aldığım alt mesaj, sosyal medyada faal olmanız sizin sosyal bir insan olduğunuz anlamına gelmez ve sosyal medyada zaman geçirerek kendini avuturken, sadece gerçek hayatta yaşayabileceğin mutlu anlar elinden kayıp gidebilir...

Yeni bölüm tahminen 30 Eylül'de olacak.Bence izlemesi oldukça keyifli olan bu dizi, sosyal medyayla da ilgiliyseniz sizi kendisine abone yapabilir. Benden söylemesi :)





24 Eylül 2014 Çarşamba

Zeynep Ezgi'nin isteği üzere marakas yaptık :)









Bugün okulda büyüklerin sınıfında karton bardaktan marakas yapmışlar. Zeynep Ezgi de illa bende yapmak istiyorum deyince " Madem istiyorsun hadi  bakalım, iş başına... " dedim.Geçen doğum gününden evde son iki tane karton bardak kalmış, tam denk geldi. :) Çok basit olduğundan çabucak yaptık. Geriye eğlenmek kaldı :)

Malzemeler :

İki adet karton bardak
Bant
Makas
Bardağın içine koyabileceğiniz küçük şeyler ( Ben mısırımı feda ettim :) )

Resimde ki gibi bardağın birinin içine mısırları koyduk. Diğer bardağı da üstüne kapatıp, ortadan bantladık. İşte marakasımız hazır. Sıra geldi şarkı söyleyip, eğlenmeye diyeceğim ama şuan çok acıkmış bir yavru kurt misali yemek istediği için anne iş başına :) Keyifli günler...


22 Eylül 2014 Pazartesi

Kayıp zaman dilimimiz...









Aslında bugün etkinlik günüydü ama ben dertleşme günü ilan ediyorum bu günü :)

Bu aralar sormayın halimizi... Zeynep mi ters, yoksa ben mi bilmiyorum ama frekanslar bir türlü tutmuyor. Birkaç gündür hiç adeti olmayan bir saatte (Benim tabirimle kargaların yemediği saatler 7:00 - 7:30 arası ) kalkmaya başladı ve bu hiç hoşuma gitmiyor. Kış saatine geçtik mübarek. Zaman ayarlarımız şaştı :) Hadi uyandı diyelim daha yataktan kalkmadan benim odaya bağırıp “Anne kalk, karnım acıktı!” der mi insan yahu? Hele bir günaydınlaşalım, öpüşelim, yüzümüzü yıkayalım da kendimize gelelim değil mi ama? Bir de hala kendini kaldıramayıp rüya alemine gidesi olan bendeniz hala kalkmamakta ısrar ederse, bizim bızdığın ses düzeyi ve asabiyeti sen kalkana kadar düzenli olarak artış göstermekte... Komşular olmasa çok da tın diyeceğim ama sırf onları uyandırmasın diye apar topar fırlıyorum yataktan.Çok da değil daha bir hafta öncesine kadar kalkar odama gelir, sarılır, öper, hadi kalkalım derdi. :( Bazen ayarlar şaşıyor böyle işte... Fabrika ayarlarına geri dön bızdığım :)

Alelacele kahvaltısını hazırlıyorum. Çok acıktı ya bızdık, çabuk olmak lazım. Aynı anda kahvaltıya oturuyoruz. Ben kahvaltımı bitiriyorum, internette dolaşıyorum, kahvaltıyı topluyorum hala bizimki bitirmiyor kahvaltısını... Öyle tabağını ağzına kadar dolduran annelerden de değilimdir. Sürekli söylene söylene belli bir noktaya geliyor yemek ama bende belli bir noktaya geliyorum o sırada :) Beklemekten nefret ederim. Zeynep'ten önce kimseyi bekletmez, gideceğim yere de önceden giderdim. Şimdi hiç zamanında bir yere yetişemiyorum ve çocuklu hayat sürekli beklemeyi gerektiriyor maalesef...

Bir gün 1,5-2 yaşlarında karnım acıktı demişti. Bende yemeğini pişiriyorum. Küçük hanım bekeleyememiş gitmiş mutfak kapısında asılı duran ekmek poşetini delmiş, içinden ekmek almış çiğniyor. “Kız ne var senin ağzında?” dedim can havliyle. Bir de baktım ki ağzında ekmek, poşette minik mir delik... Dedim o zaman “Sen aç kalmazsın kızım” :) Böyle bir çocuk büyütünce insan, şuan ki haline şaşırıyor. Ne zaman kendi yemeğini kendin ye boyutuna geçtik yemekler bitmez oldu. O şip şak ağzındakileri çiğneyip yutan, ardından bir daha deyip yine açan çocuk gitti; yemeğini mıy mıy çiğneyip ağzında tutan bir çocuk geldi. Her ne kadar onun yiyebileceği kadar koysam da baktım ki uzatıyor bende “Doydun mu?” diye soruyorum. Zeynep de “Evet” diyor gözleri açılarak. Fırsatını buldun mu kaç tabii :) Hadi kalk bakalım diyorum. Doyduğuna ikna olmayarak... Akşamları da aynısını yapıyor. Sonra da açlıktan sabah erken uyanıyor. Anlamadığım madem bu kadar açlıktan öldün, uykundan uyandın, peki niye kahvaltıya saldırmıyorsun? “Kınama, kınadığın başına gelir.” derler ya bir bildikleri var bu eskilerin valla...


Genelde yemek sorunu olan, çocuğu hiç bir şey yemeyen anneler çocuğunu yemek yeme alışkanlığı kazansın diye yuvaya verir. Bizimkinde de tam tersi oldu. Yine her şeyi yiyor çok şükür de kaplumbağa hızıyla işte... Bu dert her anne de var dediğinizi duyar gibiyim. Benim çevremdeki yemeyen çocuklar hep öyleymişler. Bizim bızdık gibi katı gıdalara geçince ultra hızda yemeklerini yutan ancak kendi yemeye başlayınca ultra yavaş yemeklerini yutan ve bunu düzeltmiş bir anne var mı acaba? Zeynep Ezgi'min bir an evvel eski hızına kavuşması dileğiyle...


Gıdaların bozuk olup olmadığını nasıl anlarsınız ?








Bugün teknoloji günü.. Ama bu sefer işin içine biraz da bilim girdi. Teknoloji hep elektronik ve mekanikden oluşacak değil yaa :)

Brunei Üniversitesi öğrencilerinden Solveiga Pakstaite, gıdaların çürüme sürecini gösteren bir bio etiket tasarladı. Sadece etiketin üzerinde parmağımızı dolaştırarak gıdanın bozuk olup olamadığını anlayabileceğiz artık. Yalnız jelatin kırılması gibi bir şey hissedilmesi halinde dikkatli olunması gerekiyor.

Görme engeli olan insanların alışveriş yapabilmesi için son kullanma tarihi basılı olan etiketlerin yeterli olmadığını düşünen Pakstaite, öncelikle görme engellilerin gıda alışverişlerine çözüm oluşturmak için projeye başlamış. Daha sonra da bu projenin tüm insanlara hitap edebileceğini anlamış.

İlk başta sadece ambalaj kategorisinde çözüm sağlamak için birçok yol araştırmış. Zamanla dokusunun değişikliğe uğradığı bir etiket oluşturma fikri aklına gelen Pakstaite, en mantıklı yolun gıda çürüme sürecini göstermek için bir biyolojik madde kullanmak olduğunu düşünmüş.




Peki nasıl çalışıyor? Etiket dokunsal bilgi veriyor. Etiket düzgünse yiyecek taze ama pürüz hissetmeye başlarsanız veya jelatin kırılması gibi bir şey hissederseniz dikkatli olmalısınız. Jelatin girintili çıkıntılı plastik levha üzerinde ayarlanır. Yiyeceğin son tüketim tarihine doğru jelatin erimeye başlar ve son tüketim tarihi sona erdiğinde sıvı hale gelir. Böylece jelatin altındaki girintili çıkıntılı levha dokunulduğunda hissedilir olur.

Neden jelatin? Jelatin, protein bazlı gıdalar ile aynı oranda azalır. Bu nedenle jelatin, bir proteindir. Bu jelatinin en büyük özelliği ise farklı gıdaların bozulma hızına uygun biçimde programlanarak üretilebilmesi ve bozulma durumunu çok hassas biçimde taklit edebilmesi. Etiket paketindeki gıdanın ne yaptığını kopyalar, böylece vade bilgileri basılı etiketlerden çok daha doğru bilgi verir.



Bu tür bir teknolojinin sıradan bir ailenin gıda masraflarında, bozulmadan kaynaklanan israfı ciddi biçimde önleyebileceği, her yıl çok ciddi miktarda tasarruf sağlayabileceği düşünülüyor. Tabii ki gıda zehirlenmesi vakalarının ciddi oranda düşecek olması da bir diğer olumlu yan etki olacaktır.

Brunei Üniversitesi öğrencilerinden Solveiga Pakstaite, üzerinde çalıştığı bu biyo-teknoloji projesiyle büyük bir çıkış yaptı. Her yıl dünya çapında düzenlenen James Dyson Ödülü’nün İngiltere ayağını kazanan öğrenci, projesini daha da geliştirmesi ve dünya finaline katılması için 2,000 sterlin de yardım aldı.

Bozulan gıdaların toplatılıp tekrar etiketlendikten sonra piyasaya sürüldüğü ülkemizde bu uygulama ne kadar uygulanır tartışılır ama gerek gıda israfının önlenmesi gerek insan sağlığı açısından çok önemli bir buluş. Umarım proje geliştirmesi bir an önce tamamlanarak tüm dünya ülkelerinde uygulanır. Biz de her gıdayı bozulmuş mu diye tadarak kontrol etmekten kurtulmuş oluruz :)


(kaynak : www.technopat.net )

20 Eylül 2014 Cumartesi

Unutmak isteyip de unutmadığınız anılarınız mı var?





Unutmak isteyip de unutmadığınız anılarınız mı var?     

"Nature" dergisinde yayımlanan araştırmaya göre Massachusetts Teknoloji Enstitüsü (MIT) Nöral Devre Genetiği Merkezi araştırmacıları laboratuvar ortamında fareler üzerinde yapılan testlerde beyindeki devrelerin suni olarak harekete geçirilmesiyle olumsuz anılar olumlu anılara dönüştürdü. Son derece külfetli olabilen stres ve gerginlik tedavisini fazlasıyla kolaylaştırabilecek ilaç sayesinde, insanların geçmişte yaşadığı travmalara ait anıları sürekli hatırlamaları engellenebilir. Geleneksel tedaviler, insanları acı ve korku dolu anılarından uzaklaştırmayı başarabilse de, bu anıların geri gelmeyeceğini kimse garanti edemiyor.
Duygusal anıların nasıl oluştuğu ve değiştiğine ışık tutan araştırma, bilim dünyasında büyük heyecan yarattı. Araştırmayı yöneten Prof. Dr. Susumu Tonegawa, "Duygular, anılarımızla yakından ilişkilidir. Araştırmamız, anıların duygusal değerinin değiştirilebileceğini gösteriyor. Diyelim ki sokak ortasında saldırıya uğradınız ve çantanız çalındı. Olumsuz anılarınız yüzünden yeniden o sokağa gitmekten korkarsınız. Oysa şimdi bu tür travmalarla ilgili anıları değiştirebiliyoruz. Hatta bunun için söz konusu mekana bile gitmenize gerek yok. Her şey beynin içinde olup bitiyor"dedi.
Araştırma, özellikle Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) ve depresyon tedavisi için büyük önem taşıyor. Bilim insanları, deneyde kullanılan ilacın henüz insanlar için güvenli olmadığını, ancak günümüzde kullanılan ilaçların aynı şekilde kullanılabileceğini ifade etti. (kaynak : www.hurriyet.com )
İnsanlık için iyi bir şeyler yapabilmek adına gecesini gündüzüne katan bilim insanlarına her zaman hayran olmuşumdur. Bu buluşta gerçekten heyecan verici. Ama okuduktan sonra ilk aklıma gelen “Yaşanılan ne kadar kötü, travmatik anı varsa sildik diyelim. O anıyı yaşayıp travma geçirmeye sebep olan kişi önlenmediği sürece ne anlamı olacak?” Dünyamız masum değil, temiz değil artık. Aksine olabildiğince sapkın ve kirli... Her gün, her Allah'ın günü... Açın bakın gazetelerdeki örneklere...
Diyelim ki, bir kız aile içi tacize maruz kalıyor. Enişte, baba hatta maalesef kardeş bile olabilir bu şahıs,çünkü örnekleri var. Şimdi bu kızı alıp kötü anılarını sildik. Mutlu oldu... Ne yapacağız eve mi geri getireceğiz bir daha travma yaşasın diye... Başka bir kız köyünde bilmem kaç kişinin tecavüzüne maruz kalıyor. Hadi sil anılarını... Ya da çocuk esirgeme kurumlarında malum yaşananlar? O çocuğun dünyasını tertemiz yaptık diyelim. O tertemiz dünyanın yeniden kirletilmesini kim engelleyecek ? Bir koca karısını sokak ortasında delik deşik ediyor. Kadının verilmiş sadakası varmış hastaneden taburcu oldu diyelim ve bu kadının anılarını güzel anılarla değiştirdik... Kocasını tekrar gördüğünde korkup kaçması lazımken ya bir şans daha vereyim diye konuşmaya başlarsa? Ya bu onun son şansı olursa?
Adalet olmayınca nereye gidersen git veya istediğin kadar travmadan kurtul, seni o tramvayı yaşamaktan koruyacak bir sistem olmadığı sürece ne anlamı var bu buluşun! Bu yüzden bilim insanlarından ricam, tramvaya sebep olabilecek potansiyel suçluların beyinlerine girip dnalarındaki bozuklukları giderek bir yöntem bulmaları ve bunu zorunlu bir yaptırımla devletlere uygulatmalarıdır. Ha bir de eğitim şart ! Yoksa bilim adamı nasıl yetişecek değil mi ?




18 Eylül 2014 Perşembe

Forever ( Sonsuza Kadar )







Bugün günlerden Cuma. "Yaşasııınnnn!" dediğinizi duyar gibiyim. Her cuma size film tavsiyesi yapıyordum ancak bu sefer ufak bir değişiklik yapayım dedim. Bu sefer izlenesi diziler kuşağımın ilk dizisi sizlerle... Güzel kurgu, güzel efektler, güzel oyuncular ve bunların birlikte olduğu güzel diziler olunca dayanamıyorum, heyecanlanıyorum. :)

Başlamadan bir not : Bu dizileri izlerseniz bir daha yerli dizi izleyemeyebilirsiniz. Boş bakışma sahneleri ile dolu saatler süren dizilerle beraber alınması beyinde reaksiyona hatta hasara yol açabilir. Benden söylemesi... :)


                                                                FOREVER


Tür : Bilim Kurgu / Dram
Ülke : ABD
Oyuncular : Ioan Gruffudd, Alana De La Garza, Lorraine Toussaint, Joel David Moore, Donnie Keshawarz, Barbara Eve Harris, Judd Hirsch, Mackenzie Mauzy, Lee Tergesen

“Benim adım Henry Morgan. Uzun bir hikayem var. Size biraz uçuk gelebilir. Büyük ihtimalle de inanmayacaksınız. Yine de anlatayım size. Çünkü her şeyden önemlisi, çok ama çok vaktim var...”

Dizinin başlangıcını oluşturan bu metin daha en baştan büyük bir merak oluşturuyor izleyicide. Henry Morgan New York City adli tıp biriminde çalışmaktadır. 200 yıldır sonsuzluğunun çaresini arayan Henry her ölümünden sonra hayata suyun içinde, çıplak olarak döner. Konu ölüm ve ölümsüzlük olunca, lanetine çare bulmak için de morgda çalışan Henry'nin yılların birikimi ve tecrübesiyle inanılmaz bir analiz ve gözlem yeteneği vardır. Dizi daha ikinci dakikada ne kadar sürükleyici ve güzel olduğunu belli ediyor zaten. Baş rol oyuncusu Ioan Gruffudd hakkında söylenecek çok şey var ancak onu herkes tanıyordur eminim :) 23 Eylül'de ilk bölümü yayınlanacak olan dizinin henüz pilot bölümü yayınlandı. Eğer şu ara başlamak için yeni bir dizi arıyorsanız tam zamanı. Keyifli seyirler..



Sonbaharınızı depresyonlu mu yoksa depresyonsuz mu alırdınız ?


                   


                   
   

Yaz tatillerinin yapıldığı son günler de geride kaldı... Güzel anılarla geçen güneşli günlerin ardından eve dönüşle birlikte açılan valizler, yapılan yaz sonu temizlikleri, dolaplarda yer değiştiren kıyafetlerle sonbahar geliyorum sinyalleri veriyor insana... Sizde de akşam olunca açık olan pencereler kapanıyorsa, çocuklar uzun kollu pijamalara geçiş yapmışsa, çorapsız evde dolaşamıyorsanız ve ne çabuk akşam olmuş diye düşüyorsanız artık sonbaharı hissetmeye başlamışsınız demektir...

                    
   
Peki sonbahara nasıl girmeli ? Önümüzde iki seçenek var. İlki, aynaya baktığımızda yazdan kalma bronz tenimizle, “Yine yazdan bir şey anlamadımmmm” diye isyanlarda olmak, sabahları uyanamayan, huysuz ve mutsuz biri olarak depresyona girmek ve her yağmurda söylenmek.

Diğeri (ki ben bunu tercih ederim.) , yaz sonu yağan yağmurların ardından mis gibi toprak kokusunu içinize çekerek yürüyüş yapabilir, beynen ve ruhen rahatlayabilirsiniz. Fotoğraf çekme merakınız varsa sonbahar sizin için bir fırsat olabilir, çok güzel fotoğraflar çekebilirsiniz. Sonbahar temalı romantik filmler izleyebilir aşkı içinizde hissedebilirsiniz. Yağan yağmur damlalarının camdan süzülüşünü izlerken rahatlatıcı bir müzik dinleyip, elinizde sevdiğiniz derginiz veya kitabınız ve yanında da buram buram kokan kahvenizle anın keyfini çıkartabilirsiniz. Hatta işi olmayıp müsait olanlar yağmurlu bir gün kahvaltıdan sonra televizyon karşısında bahtaniyeyi üstüne çekip koltuğa kıvrılıversin ve pineklesin. Yazarken bile canım çekti valla... Seçim sizin... Tatlı hüznüyle sonbahar mı yoksa mutsuz ve agresif bir sonbahar mı yaşamak istersiniz? İçimden bir ses, benim az sonra yapacağım gibi sizin de yakın zamanda mutlu bir pinekleme yapacağınızı söylüyor. :) Huzurlu sonbaharlar...

                           




17 Eylül 2014 Çarşamba

Müzik Evrenseldir...









Müzik en genel tanımı ile sesin biçim ve anlamlı titreşimler kazanmış halidir. Başka bir deyiş ile de müzik, sesin ve sessizliğin belirli bir zaman aralığında ifade edildiği sanatsal bir formdur.(bknz. Vikipedi)

Yani müzik evrenseldir. Müziğe söz yazılınca şarkı olur. Şarkı sözlerine konu olan duygu ne ise onu hissederiz artık... Yalın halde dinlerken sizin farklı duygular hissedebileceğiniz müzik, söz yazılıp şarkı olduğunda evrensellikten çıkar.

Neden mi bu konuya girdim? Çünkü itirazım var. Müzik ile uğraşan sanatçıların evrensel olması gerektiğini ve topluma mal olmuş kişiler oldukları için her konuda ki fikirlerini ulu orta beyan etmemeleri gerektiğini düşünüyorum.

Örneğin, sabah bir melodi mırıldanmaya başlamıştım. Sonra şarkıyı dinlemek için açtım. Baktım ki aynı şarkıyı bir çok müzisyen düzenlemiş. En beğendiğim halini çalarken şarkının kim tarafından düzenlendiğini gördüm. Dedim ki bu şarkıyı artık söylememeliyim veya dinlememeliyim. Neden mi? Çünkü farklı konularda verdiği kişisel beyanları sayesinde “Sanatla uğraşan biri nasıl bu şekilde düşünür, bu şekilde yanlış düşünceye sahip bir insanı dinleyerek kendi kişiliğime karşı gelmiş olmaz mıyım? “ diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Böylece her çıktığı televizyon veya radyo programında kanal değiştiriyor, melodi aklıma geldiğinde hemen aklımı başka bir melodiye yönlendirmeye çalışıyorum. Ve maalesef  böyle hissetmemi sağlayan bir sanatçı değil, bir sürü var.. Bence bu dinleyiciye yapılan büyük bir haksızlık... Müzik alanında bu derece başarılı olduğunu ispatlamış, toplumun çoğu kesiminin saygıyla andığı bir müzik insanının, öncelikle yaptığı işe ve dinleyicisine karşı bir sorumluluğu olmalı diye düşünüyorum. Bu sorumluluk duygusunu taşımayıp “Yahu bende insanım ve benimde fikirlerim var” noktasına gelindiğinde ne oluyor peki ? Hem müzisyen evrenselliğini kaybetmiş oluyor, hem dinleyici kesiminde düşüş oluyor, hemde dinlemek isteyenlerin gözünde değeri düşüyor,dinleyicide bir hayal kırıklığı oluşuyor, bunun sonucunda da birden aşırı bir tepki yağmuruna maruz kalıyor... Bence bu sanatçı açısından da çok vahim ve üzücü bir durum...

Bu konuda büyük bir titizlikle davranıp çizgisini bozmayan ve gündemdeki yerini koruyan tek kişi Tarkan sanırım. Süper star olmak kolay iş değil... Ve belirtmeden geçemeyeceğim Bora Öztoprak, Ümit Sayın, Metin Özülkü, Eda Özülkü , müzikten spor alanına kaptırdığımız Ercan Saatçi ,İlhan Şeşen, Nilüfer, Kayahan ve aklıma gelmeyen bir çok kaliteli sanatçımız da var çok şükür. Şuan aramızda olmayıp gerek sanatçı kişiliği, gerek insani yönünü takdirle andığım sevgili Barış Manço'yu da anmadan geçemeyeceğim. Sanata yıllarını vermiş ve verecek olan sanatçılara, müzik adamlarına bir dinleyici olarak naçizane tavsiyem :

-Müzik evrensel bir dildir. Müzikle uğraşmak ciddiyet ister. Lütfen ya bu işi yapmayıp beyanda bulunduğunuz saçma konulara yöneliniz ya da müziğinize geri dönün, beni ve dinleyicilerinizi de bu çileden kurtarın! Sadece yaptığınız iş ile anılın... İlla ki ben başka bir şeylerle de anılmak istiyorum diyorsanız insanlığa yapacağınız yardımlarla anılın da hayrına dua alın...



16 Eylül 2014 Salı

Düğme Kafalı Yılan :)








Düğme Kafalı Yılan


El kaslarını geliştirirken eğleneceğimiz bir etkinlik yapalım dedik kızımla... Geçenlerde biraz keçe almıştım. Rengarenk keçeleri gördüğü an bayıldı. Her fırsatta onları kesmek istiyor, etrafa saçmak istiyor. Dedim madem bir şeyler yapmak istiyorsun hadi yapalım :) Beğenerek takip ettiğim http://www.redtedart.com/ da görmüştüm bu etkinliği...

Gerekli Malzemeler :

Kare kare kesilmiş rengarenk keçeler
Yeterli uzunlukta kurdele
Orta boy bir düğme
İğne ,İplik
Makas
Kalem


Keçeleri kalemle çizip, kare kare kestim. Kare keçelerin ortasına makasla düğme genişliğinde delik açtım. Kurdelenin bir tarafına düğüm atıp, diğer tarafına ise düğmeyi diktim. İşte hazır... Gerisi marifetli ufak ellere kalmış :) Onlar tombik parmaklarıyla düğme iliklemeyi öğrenirken sizde o parmakları yememek için kendinizi zor tutabilirsiniz :)


15 Eylül 2014 Pazartesi

Rosie 'nin Prototipi Dyson 360 Eye Karşınızda...







Zeynep Ezgi bugün evde ve hasta... “Zeynep'le mi ilgilensem, yemek mi yapsam, temizlik mi yapsam yoksa bugünkü yazımı mı yazsam ?” diye düşünürken, birden “Niye benim de bir İrona'm yada Rosie'm yok...” diye isyanlarda buldum kendimi birden...






Belki onların yeteneğinin yanına bile yaklaşamayacak ama en azından ev süpürme derdinden bizi kurtaracak bir akıllı robot gelecek yakında piyasalara... 2015 sonbaharı Japonya'da piyasaya sunulması beklenen Dyson 360 Eye akıllı süpürge, sanırım piyasaya çıkar çıkmaz bir çok kişinin ilgi odağı olacak... Malum süpürgede Dyson dendi mi akan sular durur... Kalitede henüz eline su dökebilecek başka bir süpürge görmedim,duymadım. Geçenlerde Media Markt'da elektrikli süpürgeler reyonunda görevli kız bir tanıtım yaptı, galiba yine bir teknolojik alete aşık oldum dedim. :)

Görsel olarak da oldukça şık görünen Dyson 360 Eye adını tepesinde bulunan ve etrafını 360 derece görebilmesini sağlayan kameradan alıyor. En güzel özelliklerinden biri ise akıllı telefonunuzdan bu güzelliği çalıştırabiliyor olmanız. Dyson Link Android ve iOS mobil uygulamasıyla telefonunuza bağlanan robotun temizlik seanslarını zamanlayabiliyor, çalışmasını durdurabiliyor ya da uzaktan işlemini takip edebiliyorsunuz. Zeminle temas eden noktalarda kullanılan karbon fiber fırçalar parkeden halıdaki en küçük kalıntılara kadar her şeyin kolaylıkla temizlenmesini sağlıyor. İçine çektiği kiri tozu yok ederek dışarıya herhangi bir koku ya da kalıntı vermiyor. Bütün yüzeylerde çalışan robotun pil ömrü 30 dakika ve pili zayıfladığında kendi kendine şarj yuvasına dönüyor. Baya başarılı anlayacağınız :)

Bu aşamada size kalan çocuğunuza ve kendinize daha bol vakit ayırmak oluyor. :)

  

12 Eylül 2014 Cuma

Minik Bir Ezgiyi Duymak...






   
Kızımla kavuşmamıza yaklaştıkça heyecanım giderek yükseliyordu. “Nasıl bir doğum olacak?”, “Ya gece sancı gelirse yetişebilir miyim?”, “Neye benziyor acaba?”, “Saçlı mı doğacak saçsız mı?”, “Yanıma alacağım çantaya ne koyacağım?” , “Ne zaman alışverişe çıkmalıyım?”, “Hangi biberonu tercih etmeliyim?”, “Nasıl bir bebek odası takımı almalıyım?” ve daha bir sürü deli saçması soru kafamda dönüp dolaşıyor. Ben bunlarla uğraşırken son haftaya girmiş bulunuyoruz.

Çantam her ihtimale karşı kapının önünde hazır bekliyor. Oda takımı bir sürü tartışmaya rağmen annenin zaferi ile alındı .Bebeğimizin ismine bir türlü karar veremiyoruz. Doğana kadar da karar veremedik zaten...  

Doğumdan bir önceki doktor muayenesinde doktorum suyumun azaldığını, bunun önemli bir şey olduğunu iki gün sonra kontrole tekrar gelmem gerektiğini söyledi. Bu iki gün boyunca sürekli bebeğin hareketlerini kontrol etmemi, uzun süre bebek hareketsiz kalırsa hemen hastaneye gelmemi de ekledi. İki gün sonra geldiğimde su seviyesi bu seyirde azalmaya devam etmişse o gün sezaryenle alması gerektiğini söyleyerek, hazırlıklı gelmemi istedi....

Önümde bana sonsuzluk gibi gelen iki gün... Her saniye tetikte bir anne... Sahip olduğum bir şeyi bir kere daha kaybetme riskiyle yüz yüze gelen anne...

Eve gelir gelmez suyun azalması ile ilgili internetten araştırma yaptım. Bu bizim daha da telaşlanmamızı sağladı. Derken iki günü öyle veya böyle geçirdik. Eşyalarımızı aldık ve hastaneye vardık. Doktorun odasına girmek için beklerken, meraktan ruhumu teslim ediyordum. İçeri girdik. Doktorum muayenede bu iki gün boyunca suyumda bir azalma olmadığını, istersek bebeği sezaryenle doğurtabileceğini veya iki gün daha bekleyip tekrar gelebileceğimi söyledi. Bu iki gün içinde bebeğin iyi olacağına dair bir garanti veremeyeceğini de ekledi. Kendini dinlemekle geçecek iki gün daha... İlk bebeğini düşük yapan bir anne için verilmesi ne zor bir karar... Biraz düşündüm ve “Bu şekilde iki gün daha geçiremeyeceğim. Normal doğumu çok istiyorum evet ama sırf normal doğum istiyorum diye kendimi ve bebeğimi riske atamam. Sezaryen olsun, aklım kalacağına kollarımın arasında olsun.” dedim. Derken hazırlıklar başladı. Yatış işlemleri, ameliyathane saatinin ayarlanması,anestezi doktorunun ne uygulayacağına (Ben epidural tercih ettim.Tavsiye ederim.) karar verilmesi, odaya yerleşme derken öğlen oldu. O kadar heyecan var ki aklınız duruyor resmen. Tek odaklandığınız doğum ve bebek. Etrafınızda olanlar,söylenenler hiç birini gerçekten dinlemiyorsunuz. Hamileliğim boyunca doğumda yapacağım duaları düşündüm. Öyle ya doğum esnasında annenin yaptığı tüm dualar kabul olur derler. Bense nutkum tutulmuş gibi sadece besmele çektim. Hiç biri aklıma gelmedi. O derece heyecanlı bir şey yani... Biraz da itiraf etmeliyim ki ürkütücü. Ama bu doğumla alakalı değil ameliyathane masasıyla alakalı. Bir de dışarıda ki herkesle bağlantının koptuğu kapının kapandığı anla alakalı.. Anestezi doktoru epidurali taktı. Sonra doktorum geldi.

İşte başlıyoruz... İlk olarak anestezinin etkili olup olmadığını kontrol ettiler. Sonra doktorum “İki dakikaya kucağında” dedi. Ben tam da “Nasıl yani bu kadar çabuk mu?” diye düşünürken... Onu duydum... Ezgimi... Daha kendisini görmeden bile sesi bu kadar mı güzel gelir kulağa ? Tiz bir ağlama sesi... Gözlerim her yerde onu arıyordu. Yandaki masaya alıp üstünü örtüyorlardı ve onu sarıp başımın tam yanıma koydular. Ağlaması sustu... Deli gibi ağlıyordum. Gözyaşlarım bir türlü bitmek bilmiyordu. Öyle bir duygu seli ki anlatamam. Merak, endişe, korku, stres, heyecan, sevinç, maneviyat... Hepsini bir arada yaşayabileceğim başka bir an yaşamamıştım. Onu alıp götürmeleri gerektiğini, odaya çıktığımda onu getireceklerini söylediler. Bu seferde özlemi ve acıyı yaşadım. Daha kollarıma bile alamamışken onu benden alıp götürmeleri içimi acıttı. Yanı başımdan aldıklarında yine ağlamaya başladı.Artık ağlamam hiç durmuyordu. Bir an önce bende arkasından gitmeliydim. Neyse ki doktorumun eli çabuktu. Odaya geldiğimde onu göremedim. Yıkadıklarını birazdan geleceğini söylediler. Annem dedi ki yıkarken yattığı yerde dönmüş :) Daha o zamandan belli ediyor kendini kızım.

Temiz pak ve cicilerini giyinmiş bir şekilde geldi kollarıma. O kadar güzeldi ki.. Saçları ipek gibi, kokusu cennet... Ve mırıldadı ezgisini kulağıma... Hoş geldin dedim kollarıma... Merak etme, bu kollar ne zaman ihtiyacın olursa seni saracak... Çok uzun zaman bekledim, uzun bir süre de bırakmaya niyetim yok seni... Biraz daha mırıldansan olur mu anne için ezgini ?




Aynı Yıldızın Altında



Eveettt..Cuma klasiğimiz olacak olan izlenesi filmler,diziler kuşağına hoş geldiniz. Supangleler hazır mı?   Bence bu seferlik film başlamadan yiyin. Çünkü bu filmi izlerken biraz gözyaşı akıtacaksınız. Yani lazım olan şey supangle değil mendil olacak :)

Daha önce de söylediğim gibi yeni kitap kurdu aday adayıyım.Genelde çok satanlar bölümünden alırım kitaplarımı. Dikkat eksikliğim olduğundan köşede bir yığın okunamadan duran kitaplar almakla riske girmek istemem.Birkaç ay önce “Aynı Yıldızın Altında” kitabını almıştım.İlk defa bu kitabın neresi best seller, kitap böyleyse bunun filmini asla izlemem demiştim.Kurgu güzel,dil akıcı ama Türk filmi gibi tahmin edilebilir bir son.Hemde ilk sayfadan itibaren.Adam işi biliyor klişe mlişe ama acıtasyonla sattırmış kitabını dedim vallahi ne yalan söyleyeyim.

Bir iki gün önce imdbye baktım 8,2 almış.Hadi canım dedim.Hazır boş vaktim var izleyeyim bari...İzlemeyenler veya izlemeye karar veremeyenler için izledim.


  Aynı Yıldızın Altında


Vizyon Tarihi  : 27 Haziran 2014 (2s 5dk)
Yönetmen        : Josh Boone
Oyuncular        : Shailene Woodley, Ansel Elgort, Nat Wolff
Tür Romantik  : Dram
Ülke                 :  ABD
IMDB Puanı    : 8,2

Özet & detaylar

16 yaşındaki Hazel üç yıldır tiroid kanseriyle boğuşmaktadır ve kanser akciğerlerine de sıçradığı için yanında bir oksijen tüpüyle gezmektedir. Kanserli hastalar için oluşturulan destek grubunun bir terapi seansı esnasında Augustus isimli bir gençle tanışır. Augustus da beyin tümörüyle savaşmış ve bu yolda bir bacağını kaybetmiştir. İkili birlikte zaman geçirdikçe birbirlerine aşık olurlar. Akciğer tedavisi için hastaneye yatırılan Hazel'ın yanından bir an dahi ayrılmayan Augustus, sevgilisinin çok istediği bir hayali gerçekleştirmek için onunla birlikte yola çıkar. Planlarına göre Amsterdam'a gidecek ve Hazel'ın en sevdiği yazar olan Peter Van Houten'i bulmaya çalışacaklardır...
Josh Boone’un yönetmenliğini üstlendiği film, John Green’in romanından Scott Neustadter ve Michael H. Weber tarafından uyarlandı. Filmin başrollerindeyse Shailene Woodley, Ansel Elgort ve Willem Dafoe yer alıyor.(www.beyazperde.com)

ZeynebinEzgisi Yorumu :

Kitaptan yapılan filmler genelde başarılı değiller bence.Çünkü koca kitabı yaklaşık 3 saatlik bir filme sığdırmaya çalışıyorlar ve arada atladıkları mutlaka bir şeyler oluyor.Bu filmde de vardı.Ama gerçekten eksiklik hiç göze çarpmıyor bile..Filme bayıldım.Kitap değil ama film beni ağlattı.En çok Hazel'ın annesine bayıldım.Her şeye rağmen, kafasında tonla sorun varken, hatta kızına hayatta en çok istediği şeyi parasının olmadığı için yapamayacağını söylediğinde sürekli gülümsemesi, kızını incitmemek için verdiği çaba...Takdire şayan gerçekten.Hazel'ın en ufak seslenişinde panikle koşa koşa gelmesi...Sanırım anne olduğum için en çok bu etkiledi beni..17 yaşın yaşadığı ilk aşkın güzelliği de var tabii ki ve ayrılığın hüzünlü acısı da...Kısacası mendili elinize alın ve filmi oynatın derim ben :)

Not: Bugünün şarkısı olan filmin soundtrack'ını dinlemenizi gerçekten tavsiye ederim.

Minik Bir Ezgiyi Duymaya Çalışırken...






Doktor: “Hamilesin!”

Bu noktada düşük yapan anneler ne yazık ki sevinsinler mi endişe mi etsinler karar veremiyorlar. Bende aynen böyle hissediyordum. Bir yanım “Yaşasınnnn” diye çıldırırken, diğer yanım “Ya yine aynı şey olursa” demekten kendini alamıyordu. Hep kendi kendine sevincini baskılamaya çalışıyorsun çünkü yine canın acısın istemiyorsun. Sanki canının acımasına engel olabilecekmişsin gibi... Bu annenin kendi kendine yaptığı büyük bir haksızlık bence... İlk ağzından çıkan kimseye bir şey söylemeyelim oluyor.

Burada önemli bilgilendirme için bir şeye daha değinmek istiyorum. Doktorum bana bir önceki muayenemde rahim tersliğimin olduğunu söylemişti. Eğer size de doktorunuz böyle bir şey söylerse. endişelenmeyin. İnternetten araştırabilirsiniz. Her dört kadından biri rahim tersliği ile doğuyor ve bu sizin hamile kalmanıza engel değil. Maalesef toplumumuz gündüz saati yayınlanan gereksiz yayınlarla,kahvelerde oynanan oyunlarla o kadar beynini meşgul ediyor ki kendi gelişimine hiç zaman harcamıyor... Sonra hiç duymadıkları bir şey duyunca da sizi üzme ihtimalini düşünmeden atıp tutabiliyor. Acımasızca... Bu bir arkadaşınız, bir akrabanız, hastanedeki hemşire bile olabilir. Hamileyseniz kulaklarınızı tıkamanızı, güvenebileceğiniz bir doktor bulmanızı ve sadece doktorunuzun dediklerine odaklanmanızı tavsiye ederim. Çünkü siz bir bebek taşıyorsunuz ve o bebeğin gereksiz streslere girmesine inanın hiç gerek yok. Onun yerine anı yaşayın, sizi mutlu edecek ne varsa onu yapın ;)

Ben ilk üç ay mutluluğu pek anlayamadım. Bu ilk aşk,ilk öpüş,ilk atılan adım gibi... Her şeyin ilki farklıdır. Heyecan vardır işin içinde... Bana müjdeli haberi veren doktorumu beni bir haftada hatırlayamadığı için bıraktım. İş yerinde aynı anda üç arkadaş hamileydik :) Biri bana kendi doktorunu tavsiye etti. Sonra üçümüzde Göztepe MedicalPark Hastanesi Dr.Mehtap Yazıcıoğlu'na gittik. Mehtap hanım zaten Medipol Hastanesi'nden gelmiş. Medipol'ün kadın doğumcularının iyi olduğunu zaten bilmeyen yok. Gerçekten çok iyi bir doktordu. Benim memnun kalmadığım hastaneydi. Ama sanırım kadın doğum bölümü biraz değişmiş. Doğum donrası bıraktığım şikayet mektubu etkili olmuştur belki :)

Bu arada artık herkes biliyordu hamile olduğumu. Kafamdan tuz attı ablam bana çaktırmadan. Ben hem burnumu hem çenemi kaşıdım bir çuval inciri berbat ettim :) Benim içime doğuyordu zaten... Niye bilmem hep bu bir kız diye geçirdim içimden... Derken cinsiyet belirleme zamanı geldi. Koca hastanede tek olan ultrason odasına girdik ve doktorum geldi. "Bir kız" dedi... İşte bu bir ilkti benim için. Çok heyecanlanmıştım ki doktor çıkınca, çok sevgili eşim “Doktor yanlış bakmış olabilir mi?” dedi. Ben dumur... “Hayır tabii ki” dedim. Aslında tabii ki yanlış bakmış olabilirdi ama ben işin sağlamasını altıncı hissimle yapıyordum.

Testler,testler,bitmek bilmeyen testler... Şeker yüklemesi yüksek çıktı. Gebelik şekerim vardı ve hayatım boyunca hiç yapmadığım rejimi yapacaktım! Bu çok sinir bozucu. “Ne zaman bu hamileliğin tadını çıkartacağım ben?” diye söylenirdim hep. Toplam hamileliğim boyunca rejim yaptığım için 8 kilo aldım. 20 kilo alanlara selam olsun. Hep size imrendim bilmenizi isterim. Hep hayal ederdim ekşiden tatlıya, tatlıdan ekşiye hiç mutfaktan çıkmayacağım diye :)Yine de doğum sonlarına doğru ufak tefek kaçamaklar yaptım. Kıyamıyorlardı ki canın çekmiştir deyip veriyorlardı evdekiler. Bende geri çevirmiyordum tabii... Eşime ve heyecandan unutma ihtimaline karşı ablama söz verdirdim. Doğum yapıp da odaya çıktığımda başımın üstünde bir supangle görmek istiyorum! Evet o derece açtım :) Doğumdayken supangle odamdaydı. Tek sorun kapağını heyecanla açtıktan sonra bozuk olduğunu farketmemdi... Eve gidince alırız dediler sonra da unuttuk kaldı... Aklıma gelmişken bugün ben supangle yiyeyim bari o günün anısına :)

Doğum mu? O da yarına.. Erkeklerin askerlik meceraları ,kadınların doğum maceraları bitmezmiş :) O yüzden yazıyı okuyan herkes supangle yemeye :)